DÜNYANIN OYUNU

Ömer Kayani

Dünyada sistemik büyük bir değişimin gelmekte olduğu İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılmak istemesini beyan etmesiyle belli olmuştu.

Bugün yeryüzünde tesis edilmiş dünya sisteminin kurulmasında büyük emeği olduğu için statükonun devam etmesini bir uluslarası ilişkiler modeli olarak benimseyen  bir ülkenin tam da AB’nin safları daha da sıklaştırıp ortak orduya geçebileceği söylemlerinin başladığı sıralarda yeniden gündeme alınan bu ezber bozan hareketi oldukça manidardı.

1980’li yıllarda soğuk savaşın en sıcak yıllarını yaşayan dünya, 10 sene sonra yani 1990’lı yıllarla SSCB’nin yıkılmasıyla bir yumuşama ve yeniden yapılanma dönemine girmişti. 10 sene sonra yani 2000’li yılların başlamasıyla İslam dünyasının Irak ve Afganistanla başlayan yeniden sıcak savaşlarla işgal dönemi, 10 sene sonra yani 2010’lu yıllarla birlikte iç savaşlar ve ülke “baharları” şeklinde dış destekli iç çatışmalara dönüşmüştü. 10 sene sonra yani 2020 yılına geldiğimizde ise dünya görünmeyen bir düşmanın yani bir virüsün işgali ile adeta dondurulmuş, yavaşlatılmış hatta durdurulmuştu.

Farkındaysanız, bir insanın bebeklikten ergenliğe ulaştığı 20 yıllık periyotlarda dünya, kinetik yada ekonomik savaşların etkisinde kalarak büyük dönüştürücü değişimler yaşamaktadır.

Tüm bu değişimler ve dönüşümler olurken değişmeyen tek şey ise sözde küresel meseleleri çözmek, barışı sağlamak ve çatışmaları azaltmak amacıyla kurulan “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi” nin 5 daimi üyesidir.

ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin.

Herkesin malumu olan bu konunun akademik detaylarını girmeyelim ama BMGK (BM Güvenlik Konseyi)  ile ilgili kısaca şu tanımlamayı da yapmış olalım.

Aynı bölgede faaliyet gösteren beş farklı mafya grubunun birbirleriyle kontrolsüz büyük çatışmalara girerek, güçlerini, enerjilerini, prestijlerini kaybetmeleri yerine, yine mafya jargonu ile, bir “kurtlar konseyinde”  buluşup konuşma/anlaşma sistemidir..

Yani paylaşım çatışmalarını iyice kontrolden çıkacak noktaya getirmeden bir yerlerde “çözmeye çalışacak” bir mekanizmadır BMGK.

Dünyanın son dönemde hızlı bir değişime girmesi ve özellikle internetin dünya halklarını hiç olmadığı bir hızda birbirine bağlayıp bilgiye ulaşmanın saliselere düştüğü bir ortamda 1945’in II. Dünya savaşı sonrası şartlarında oluşturulmuş kurumların sorgulanması ister istemez kaçınılmaz hale gelmiştir.  

Asya üretim ve nüfus gücüyle öne çıkarken, Afrika Avrupa’nın sömürgeci güçleri tarafından iliklerine kadar sömürülmesinin izlerini silkinerek üzerinde atmaya çalışmaktadır.

Bu bağlamda BMGK’nın yeni yapısının ne olacağı değil bu beş ülkenin oyun planlarını ve amaçlarını analiz etmeye çalışmanın ve bu yapıya girmeye aday yeni güçlere kısaca değinmenin daha doğru olacağını düşünmekteyiz.

Yapının patronu konumundaki Amerika Birleşik Devletleri ile başlayalım.

II. Dünya savaşının bitimiyle birlikte komünist bloka karşı Batı ülkelerinin kurduğu “özgür dünya” ve onun askeri savunma örgütü NATO’nun gerçek patronu olan ülke, ilerleyen yıllarda kendi para birimi olan doları dünyaya rezerv para birimi olarak dayatmayı başarmıştı. Avrupa’dan yükselen bir iki  cılız itirazı bastırmayı başaran Amerika, sonraki yıllarda Vietnam savaşının neden olduğu ekonomik kriz nedeniyle altına endeksli olan dolarının çıpasını da kaldırarak petro dolar sistemini kurmuş, gerçekte ise dolarını sadece Amerikan devletine olan güvene çıpalamıştır.

Sistem 2000’li yıllara kadar meydan okuyan bir güç olmadığı için görece sorunsuz bir şekilde devam etmiş, bu sorunsuzluğun verdiği umarsızlıkla Amerika’nın 2000’li yıllarda İslam coğrafyasına haçlı seferleri başlamıştı.

Amerikan dolarının dayandığı güven sisteminin kopmaya başladığı nokta da muhtemeldir ki bu zamanlara denk gelmektedir. Amerika’ya yapılan 11 Eylül 2001 saldırılarının hemen ertesinde Çin’in sessiz sedasız “Dünya Ticaret Örgütüne” kabul edilmesi o günden bugüne gelen süreç içinde Çin’i büyük bir üretim devi/ihracatçısı konumuna yükseltmiştir.

Amerika dünya üzerinde Irak’tan Afganistan’a yayılmacılığını sürdürüp çok pahalı savaşlarını sürdürürken, Ortadoğu ülkelerinde zaten var olan çok büyük üslerine daha büyüklerini eklemiş yeniden doğmakta olan Rusya ve Çin gibi güçler ise sessiz ve derinden gitmeyi tercih etmişlerdir.

2008 ekonomik krizi ile oldukça sarsılan Amerika’nın yayılmacılığı ülke içinde de tartışmalara neden olmuş, bir önceki Amerikan Başkanı Donald Trump’ın “yayılmacılık ve küreselleşme” karşıtı, “dışarıya değil içeriye yatırım” yapma söylemleri seçilmesinde etkili olmuştu.

Son seçimlerle iktidara yeniden gelen Amerika’nın yeni Başkanı Joe Biden’ın seçilir seçilmez “Amerika dünya sahnesine geri döndü” cümlesi ise Amerika’da yaşanan devlet içi çatışmanın bir göstergesi gibidir. Bununla birlikte Amerika’nın ne yapacağını tam bilemez halinin en güzel göstergesi ise, ilerleyen yaşı ve bunaması yüzünden yaptığı konuşmaları saçmalamadan tamamlayamayan, konuşması bittikten sonra ise hayali kişilerle el sıkışmaya kalkan Başkan Biden’ın durumuyla özetlenebilir.

Yine son dönemde iyice artan Amerika’nın rezerv para birimi doları ve uluslararası güvenli para gönderim sistemi olan SWIFT’i diğer ülkelere karşı bir silah olarak kullanması da bu ülkenin en büyük açmazı haline gelmiş, rakiplerinin alternatif sistemlere kaymasını hızlandırmıştır. Özellikle kripto ve merkeziyetsiz para teknolojilerinin her geçen gün daha da geliştiği ve yayıldığı bir ortamda Amerika adeta kendi parasının orta vadeli sonunu hazırlamaktadır.

Diğer yandan Amerika’nın en büyük silahlarından birisi elinde tuttuğu dijital evrenin anahtarlarıdır. Facebook, Twitter, Microsoft, Whatsapp gibi programlar aracılığıyla dünyanın verilerini elinde tutan Amerika, bu silahını “elimizdeki tek nükleer silahlarımız nükleer bombalarımız değil” diyerek üstü kapalı olarak beyan etmiştir.

Yine gelişen teknolojiler sayesinde eskiden ulaşılamayan yerlerden çıkarabildikleri kaya gazı ile Amerika dünyanın en önemli petrol/doğalgaz üreticileri arasına girmiştir. Bu bağlamda Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz akışını kesmek için elinden gelen her imkanı kullanmakta, Rusya’nın başlattığı boru hatları projelerini durdurmak için özellikle Almanya üzerinde büyük baskı kurmaktadır.

II. Dünya savaşının bitmesi ile birlikte Amerika ile çift kutuplu bir dünya sistemi oluşturup kendine ayrılan bölgede bunun kaymağını yiyen Rusya ise 1990’larda komünizmin çökmesi ile küçülüp yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Yaklaşık 10 yıl kadar süren bir yeniden yapılanmanın ardından 2000’li yıllarda görevi Boris Yeltsin’den devralan yeni Rusya devlet başkanı  Vladimir Putin hala görevi başındadır. 2000’li yıllarda başlayan ABD’nin tek taraflı Afganistan, Irak saldırılarına karşı çıkmamış ve bu vakti ülke içinde yeniden organize olmak için harcamıştır.

Amerika’nın tüm savaşlarını dikkatle izleyen Rusya bu ülkenin ekonomik krizlerini çok iyi takip etmiş ve her olası kriz öncesi ve sırasında daha önce bağımsızlıklarını verdiği ülkeleri yeniden yörüngesine katma çalışmaları yapmıştır. 

Mesela 2008 ekonomik krizi sırasında Gürcistan’a saldırıp hizaya sokmuş, 2015 krizi öncesinde Ukrayna Kırım’ı ilhak etmiştir. Yine gelmekte olan enflasyon dalgası ve ekonomik fırtınayı çok iyi değerlendiren Putin bu kez dünyanın buğday ve tarım deposu Ukrayna’ya karşı topyekün bir saldırı başlatmış, özellikle Avrupa’nın enerji/doğalgaz ve İslam dünyasının ihtiyacı olan buğday/tahıl kozlarını eline almıştır.

Her fırsatta NATO ile çatışmak istemediklerini ve bu örgütün gücünün kendilerinden çok daha üstün olduğunu açıktan kabul etselerde son dönemde giderek artan bir sıklıkla nükleer silahlarına vurgu yapmaktadırlar.

Çin ile Avrasya bloku oluşturduğu söylenen, yine bu ülkeyle onlarca yıllık devasa gaz satış anlaşmaları ve ortak askeri tatbikatlar yapan Rusya’nın her ne kadar dile getirilmese de komşusu olan bu ülkenin, ekonomi, nüfus, askeri ve etki gücünden de büyük korku duyduyu dikkatli gözlerden kaçmayacaktır. Çin’i dengeleyebilmek için bir yandan Batı ile anlaşma yapmaya ihtiyacı olan Rusya’nın özellikle Almanya üzerinden Avrupa ile daha sağlıklı ilişkiler kurma çabaları Amerika ve onun kurduğu NATO şemsiyesi üzerinden sabote edilmektedir. Yine Rusya’nın “ayı” lakabına yakışır uluslararası ilişkiler tavırları ve II. Dünya savaşı sonrası Doğu Avrupa’da oluşturduğu düşünsel ve tarihsel bagajı Avrupa ile ilişkilerinde kendisine yardımcı olmamaktadır.

En büyük gelir kaynağı olan enerji fiyatlarının yüksek kalması ve kendi arz bölgesine rakipler oluşmaması için her şeyi göze alabileceğini Suriye ve Libya’da açıkça gösteren Rusya, diğer yandan da Arap yarımadasının ve enerji arzının Ortadoğu abisi Suud ve bölgedeki büyük rakibi İran ile de ilişkilerini geliştirmektedir.

Komünist ideoloji ile uzun yıllar yönetilen bazı Afrika ülkeleri ile zaten tarihsel bağları olan Rusya, bir yandan paralı askerleri ile Afrika ülkelerinde süren iç savaşlara güç devşirmek için müdahale ederken diğer yandan da Afrika’da süregelen kadim hastalıklara aşılar geliştirdiği söylemiyle bu kıtada yumuşak/sivil bir güç etkisi oluşturmaya çalışmaktadır.

Değişen dünyaya adapte olabilme hızı yüksek olan BMGK’nın diğer üyesi Çin Halk Cumhuriyeti ise eski yöneticilerini Tayvan’a gönderip komünistlerin idaresi ile Kore savaşını saymazsak soğuk savaşın bitim yıllarına kadar sessiz sedasız ve etrafına fazlaca problem çıkarmadan yaşamıştır.

Soğuk savaşın bitimini, SSCB’nin yıkılmasını ve sonrasında bu ülkenin yaşadıklarını çok iyi gözlemleyen Çin yeni Rusya’nın yaptığı hataları yapmamıştır. Dünyaya daha açık bir sisteme geçeceğini ama bunun Rusya gibi yıkıp yeniden inşa şeklinde değil, yavaş ve kontrollü bir şekilde olacağını beyan etmiştir.

Nitekim dediğini yapmış, 1990’dan 2001 yılına kadar sessiz sedasız ekonomik modelini dönüştürürken 11 Eylül 2001 saldırılarından sadece haftalar sonra “Dünya Ticaret Örgütüne” (DTÖ) küresel güçler tarafından sokularak sisteme entegre edilmiş, dünyanın serbest ticaret ortamına katılmıştır.

Son 20 yılda Çin’in dünya üretimini iğneden ipliğe kadar nasıl ele geçirdiğini anlatmamıza gerek yoktur sanırız. Asya’nın meşhur “içinde kaplan büyüt ama onu kedi gibi göster” düsturunu hayatın her alanında uygulamış, bir yandan küresel sermaye ile anlaşmalarını yaparken diğer yandan son süper güç Amerika ile çatışmanın kaçınılmaz olduğunun bilinciyle askeri, ekonomik ve siber planlarını yapmıştır.

Anglo Sakson dünyanın deniz ticaret yollarına hakim olarak dünya ticaretini ellerinde tutmasına doğrudan meydan okumaya kalkmamış, onun yerine “kuşak-yol” projesini geliştirerek batının hegemonyasına karadan rakip olmuş, bu projeye katılacak ekonomisi güçsüz ülkelere altyapılarını geliştirmeleri için geri ödemeleri çok zor borçlar vererek bu ülkeleri borçlandırmış, özellikle Afrika’da birçok limanın ve stratejik altyapının işletme hakkını ele geçirmiştir. Batı ülkeleri şu anda “kendi karasal ticaret rotalarını” geliştireceklerini beyan etselerde Çin bu yarışta açık ara öndedir.

Tıpkı Rusya gibi, Batının sistemik mali krizlerini de çok iyi değerlendiren Çin mesela 2008 ekonomik krizi sırasında Batılı ülkelerden çok daha iyi bir performans göstermiştir. 2020 yılında Çin’den yayılan ve dünya ekonomilerine tam 2 sene boyunca kelimenin tam anlamıyla “kepenk kapattıran” kovid pandemisinin planlı olup olmadığı tartışılsa bile bu olaydan Çin ekonomisinin daha kazançlı çıktığı gözükmektedir.

Nitekim dünya yavaş yavaş yeniden açılırken Çin’in yeniden kapatmaya gitmesi ve bunu çok tuhaf videolarla el altından yayarak dünyayı korkutup yeniden kapanmaya itmeye çalışması Çin’in niyetlerinin sorgulanmasına neden olmaktadır.  

Dünyanın üretim gücü/fabrikası haline gelen Çin dünya ekonomilerini yavaşlatarak, deniz ticaretini durdurarak Batıda ve tüm dünyada enflasyonu körüklemektedir. Diğer yandan gıda konusunda ithalata da ihtiyacı olan Çin, bu ihtiyacını Ukrayna savaşı yüzünden ambargo altında olan komşusu Rusya’dan rahatlıkla hatta dünyadan daha bile uygun fiyatlara karşılayabilecektir.

Anlayacağınız Çin, oyun planlarını yaparken büyük “küresel” bazı beyinlerden de yardım görmektedir.

Gelelim o küresel beyinlerle anlaşmazlık içine giren diğer BMGK üyesi olan İngiltere’nin durumuna.

Dünyanın süper gücü Amerika olsa bile güncel sistemin kurucusu olan İngiltere her dönem statükonun devamından yana olmuştur ama özellikle son on senede küresel sermayenin Batıdan Doğuya kayma eğilimini görerek önce AB’den ayrılarak mesajını vermiş, sonra yeni merkez Çin ile pek anlaşamayacağını görünce yeni soğuk savaşın ideolojik altyapısını kurma çabalarına girişmiştir.  

Bir yandan Anglo Sakson dünyayı yani Amerika, İngiltere, Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda’yı “5 Göz” istihbarat yapısı altında birleştirirken diğer yandan da Rusya üzerinde ideolojik baskıyı artırmakta, Çin’e karşı ise “D10” teşkilatını aktive etmeye çalışmaktadır.

Eski NATO Genel Sekreteri ve Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen, ki kendisi şu aralar “Demokrasilerin İttifakı Vakfı”nın başkanlığını yürütmektedir “ Koronavirüs dünya genelinde demokrasinin çöküşünü hızlandırdı” başlıklıilginç bir yazı kaleme almış ve İngiltere’nin dünya sahnesinde otomatik pilota bağlı görüntüsü veren ve Brexit gibi pek onaylanmayan politikalarından sonra yaptığı son teklifle dünya siyasi arenasına takdir edilen bir dönüş yaptığını” söylemişti.

“Hong Kong’a verdiği destek, Rusya’yı G7 dışında tutma konusunda gösterdiği ısrar ve sanayileşmiş demokrasilerden müteşekkil mevcut G7 grubuna Hindistan, Avustralya ve Güney Kore‘nin de gücünü ekleyerek öncü demokratik ülkelerden oluşan bir grup olarak D10‘u kurma yönündeki yenilikçi teklifiyle Birleşik Krallık son haftalarda bu algıyı değiştirmeye başladı. Westminster’ın D10 konusundaki niyeti, belirli bir ortak çıkar etrafında birleşmeyi amaçlıyor. Çinli telekom şirketi Huawei’nin teşkil ettiği tehlike. Hedef, demokratik devletlerin 5G ağlarımızın kurulmasında Çinli sağlayıcılara alternatifler bulmak için birlikte çalışması.”

Kısaca İngiltere eski dünyayı temsil eden G7 ülkelerine yani Almanya, ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Kanada’dan oluşan topluluğa Hindistan, Avustralya ve Güney Kore’yi de ekleyip bunu D10 yapmak istemektedir.  

İngilizlerin meşhur sözüyle “bildiğin şeytan bilmediğin şeytandan evladır” politikası ve bir kaç yeni ekleme ile statükonun mümkün olan en az değişimle devamı.

BMGK’nın son üyesi Fransa ise ne yapacağını bilmez vaziyette bir yandan eskiden yaptığı gibi yine NATO’nun askeri kanadından çıkmayı tartışırken diğer yandan koloniyel zamanlardan beri bir vampir gibi hala kanını emdiği Afrika ülkelerini elinde tutmaya çalışmaktadır. Fransa’nın Afrika hakimiyetinde tek rakibi Çin değil aynı zamanda NATO müttefiki olan Amerika’dır ve Afrika halklarındaki uyanış/uyandırılış Fransa’yı son dönemde çok zorlamaktadır.

AB içinde Almanya’nın dünya çapındaki ekonomik gücüne askeri gücü ve nükleer şemsiyesi ile ortak olan Fransa diğer önemli güç Hollanda’yı da işin içine katarak uzun zamandır ortak AB ordusunun temelini oluşturma peşindedir.

NATO’nun kurucularının “Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride, Almanları baskı altında tut”  felsefesinden intikam alırcasında ve Amerika’nın ısrarlı taleplerine rağmen askeri harcamalarını çok kısıtlı tutarak NATO’nun koruma şemsiyesini tercih eden Almanya, yeni başbakanın gelişi ve Rusya’nın Ukrayna saldırısı ile askeri politikalarında büyük bir değişime gideceğini açıkladı.

Askeri altyapıya yüz milyarlarca dolar harcayacağını açıklayan Almanya bu konuda ne kadar samimidir bilinmez ama yeni politikalarının BMGK’nın yapısında değişime yol açıp açmayacağı soru işaretidir.

Yine aynı şekilde İngiltere’nin “D10” topluluğunda görmek istediği Hindistan önümüzdeki dönemde komşusu Çin’i nüfus ve üretim gücü olarak dengeleyebilecek tek ülke olarak gözükmektedir. Hindistan’ın BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) üzerinden Çin ile mi yoksa Batı ile mi ilişkilerini derinleştireceği önümüzdeki yüzyılı şekillendirecek önemli konularından biri olarak dünyanın önünde durmaktadır.

Amerikan İstihbarat Servisi raporlarında 2040 yılı itibariyle dünyanın en büyük nüfusu olacağı söylenen Hindistan’ın altında ve üzerinde ne olursa olsun minik toprak parçaları için Çin ile çatışması/çatıştırılması tesadüf değildir.

Önümüzdeki yıllarda BMGK’nın yapısının köklü bir şekilde değişmesini değil yükselen güçlerin bu kurtlar sofrasında kendilerine yer bulma meselesinin tartışılacağını, ülkelerin biraraya gelerek oluşturacakları “yeni birlikteliklerin” dünya siyasetine daha çok konu olacağını düşünüyoruz.