Kurgularla bilinçaltını etkileme…

İngiltere’de yaşarken 2001 yılında vizyona giren Pearl Harbour filminin DVD’sini kiraladığımda nasıl bir filmle karşılaşacağımı aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. O yüzden film bittiğinde yaklaşık üç saat boyunca izlediğim aşk ve kahramanlık temalarıyla süslenmiş koyu Amerikan propagandası beni şaşırtmadı. Sonuçta, Hollywood yapımı bir filmde bundan daha doğal bir şey olamazdı. Özellikle de bu tür filmlerin Pentagon tarafından finanse edildiğini bilenler için.

DÜŞMANIN TÜRKİYE’YE SALDIRIYOR
Filmin ardından DVD’nin sonuna eklenen kamera arkası görüntüleri izlerken, gözüm altyazılar kısmına ilişince filme hangi dillerde altyazı konulduğunu da görmek istedim. İngilizce ve belli başlı Avrupa dillerini beklerken hayretle tek bir dil bulunduğunu gördüm, Türkçe. Dahası Türkçe dublaj da yapılmıştı. Hemen ayarları yapıp filmi bu kez de Türkçe izlemeye başladım. Mükemmel bir çeviri ile ve tek bir virgül bile atlamadan profesyonel bir dublaj yapılmıştı. Böylece, bir anda düşmanın Türkiye’deki bir askeri üsse saldırdığı izlenimini uyanıveriyordu insanda. Türkçe konuşan Amerika’lı aktörlerin savaşını bütün benliğinizde hissetmemeniz imkânsızdı. Artık onlarla üzülüp, onların başarısıyla seviniyordunuz.
Bu noktada düşünmeye başladım; DVD’de çıkan filmlerin CD formatında kaydedilip bir-iki milyon Lira’ya satıldığı ve orijinal DVD’yi satın alma ya da kiralama gücü fazla olmayan bir ülkenin insanları için kim onca zahmete girip Türkçe dublaj ve altyazı koymuştu bu filme? Fazladan masraf ederek filmi para kazanamayacakları bir ülkenin diline çevirmenin anlamı neydi? Cevap işte bu soruda gizli.
Bu konuya kısa bir ara verip seksenli yılların sonlarına dönelim. Amerika’lı yazar David Morrel’in First Blood (İlk Kan) isimli romanından uyarlanan ve başrolünde Sylvester Stallone’nin oynadığı Rambo serisi bütün hızıyla sürmekteydi. Serinin üçüncü filminde Amerika’lı Vietnam gazisi John Rambo, Afganistan’daki Sovyet komandolarına hayatlarının dersini vermektedir. İstanbul’un güzide muhitlerinden Bağdat Caddesi’ndeki eski Atlantik sinemasını dolduran ve çoğunluğunu orta öğretim öğrencilerinin oluşturduğu bir topluluk âdetâ hipnotize olmuş bir şekilde çılgınca Rambo’yu alkışlamakta. Ustaca öldürdüğü her Rus askerine karşılık Rambo alkış almakta. Hatta hipnoz o boyuta varmış ki, ayaklarını yere vurarak seyircilerin oturduğu bütün bir koltuk sırasını zangır zangır titretenler bile var. Zavallı gençler nereden bilecekti ki 1988 yılında Amerikan Rambo ile yan yana Ruslara karşı dövüşen Afgan mücahitler 2002 yılından itibaren terörist olarak anılacak ve Amerikan soykırımına uğrayacaklardı.

Rambo ve Rocky filmleri, bizim neslimizde derin izler bırakan filmler olarak tarihe geçmiştir. Amerikalılar’ın haklılığı, her konudaki üstünlükleri ve yenilmez oluşları, bugün otuzlu yaşlarına ulaşmış bir kuşağın hafızalarında yer etmiştir. Aktör Sylvester Stallone ise daha sonra sertlik yanlısı muhafazakâr ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından Ruslar’a karşı soğuk savaşın kazanılmasında gösterdiği çaba için Beyaz Saray’da ödüllendirilmiştir.

Amerika’nın Türkiye’nin içine iyice nüfuz ettiği yetmişli yıllar… Amerikan uçak gemisi JFK İzmir açıklarında demirlidir. JFK’ye bağlı uçaklar İzmir’e inip bir grup Türk profesörü alır ve ziyaret için uçak gemisine getirir. İlk bakışta anlamsız gibi gözüken bu ziyaret aslında çok anlamlıdır ve yapılan masrafa da değmiştir… Amerika’nın muhteşem gücü karşısında başı dönen Türk profesörler, ilk fırsatta bu duygularını ders verdikleri üniversite gençliğine aktarırlar. Amerika ile ittifakın Türkiye için ne kadar önemli olduğunu anlatırlar ve Amerikan destekli her darbede darbecileri desteklerler.
Körfez krizi patladığında, bu gezilerden birine katılmış olan bir profesörün televizyon ekranına gelen bir uçak gemisi görüntüsü üzerine “Zavallılar, dünyayı koruyorlar” deyişi hâlâ kulaklarımdadır! Bu sözden daha önemlisi, o uçak gemisi görüntüsünün o profesörde tetiklediği bilinçaltından gelen ve kendisinin bile farkında olmadığı mesajdır.

İşte Hollywood filmlerinin amacı da, bu bilinçaltını kurma görevini yerine getirmektir.
Yine seksenlerin sonlarına doğru gösterime giren Top Gun filminde ünlü aktör Tom Cruise, Rambo filmleriyle karadaki gücünü kanıtlayan Amerika’nın bu kez havadaki gücünü dosta düşmana gösteriyor ve mükemmel efektler eşliğinde tek başına Rus pilotlarını avlıyordu. Top Gun filmiyle beraber Türk gençleri arasında bir anda Amerikan Hava Kuvvetleri pilotlarının giydiği montlar moda oluyordu. ABD’de ise filmin etkisinde kalan binlerce genç, pilotluğu gökyüzünde yaşanan maceralarla dolu bir hayat sanarak Hava Kuvvetleri’ne yazılıyor, bir süre sonra gerçeği anladıklarında ise terketmek için çok geç oluyordu. Böylece Pentagon, Hava Kuvvetleri’ndeki açığını bu film sayesinde kapatmış oluyordu. (Top Gun filminin hemen tamamı Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon tarafından finanse edilmişti).

Yaklaşık iki yıl önce gösterime giren Saviour (Kurtarıcı) filminde işlenen tema ise oldukça farklı bir Bosna savaşı portresi çizmekteydi. Başarılı yönetmen Oliver Stone’un yönettiği ve Dennis Quaid’in başrolünde olduğu film, Amerika’nın yeni hedefinin İslâm olduğu gerçeğini artık iyice ortaya çıkarmaktaydı. Filmin konusu kısaca şöyledir: Fransa’daki Amerikan elçiliğinde çalışan askeri bir görevlinin karısı ve çocuğu bir terörist bombası sonucu hayatlarını kaybeder. Saldırı sonrası acısını kendini içkiye vererek unutmaya çalışan elçilik görevlisine bir arkadaşı şakayla karışık Paris’teki en yakın camiye giderse teröristleri orada bulabileceğini söyler. İçkinin etkisiyle bu tavsiyeyi ciddiye alan Amerikalı, bardan çıkarak Paris’teki en yakın camiye gider ve namaz kılmakta olan cemaate gelişi güzel ateş açmaya başlar. Şarjörünü boşalttıktan sonra dışarı çıktığında, cemaatten bir kişi onu takip edip silahıyla vurmaya çalışır. Ama başaramaz ve ölür. Kahramanımız artık iyice ikna olmuştur ki, bütün Müslümanlar teröristtir. Bu gerekçeyle Bosna’ya gider ve Sırplar’ın yanında katliamlara katılır. “Müslümanlar tarafından” tecavüz edilen bebekli bir kadına yardımcı olur. Film bu mihval üzere devam eder. Şüphesiz filmin en ilginç noktası ise, cami baskını sırasında cemaatten birinin silahlı olarak gösterilmesidir. Burada bilinçaltına verilen mesaj, Müslümanların camiye silahlı olarak gittikleri ve hepsinin potansiyel birer terörist olduklarıdır. Filmin ilerleyen bölümlerinde ise, Sırp işgali altındaki Boşnakların yanında savaşmak üzere gönüllü olarak Bosna’ya gelmiş olan Müslümanlar, oraya aslında zevk için adam öldürmeye gelmiş paralı askerler olarak gösterilmekte, katliam ve tecavüzlerden de bu kişiler sorumlu tutulmaktadır.

Aslında, başrollerini iki ünlü oyuncu Denzel Washington ve Bruce Willis’in paylaştıkları 1998 yapımı The Siege (Kuşatma) adlı film, bu türden bir film furyasının başlayacağına dair ilk işaret olarak görülebilir. Filmde, Arap teröristlerin ABD’de giriştikleri çok büyük bombalamaları durduramayan ABD hükümetinin, bunun üzerine sıkıyönetim ilân ederek bütün Müslümanları şehrin içindeki stadyum ve benzeri yerlerde oluşturulan toplama kamplarına doldurması anlatılmaktadır. Bu film âdetâ yıllar öncesinden 11 Eylül’ün senaryosunu yazmıştır.

Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon, Soğuk Savaş döneminde kullandığı Hollywood’u 11 Eylül sonrasında bu kez bir başka misyon için kullanmaya soyundu. Amerikan ve İngiliz gazetelerinin verdikleri haberlere göre, Pentagon bünyesinde oluşturulan yeni bir çalışma grubu, Die Hard, Delta Force gibi ünlü aksiyon filmlerinin yönetmenlerini bir araya getirerek onlara muhtemel terörist saldırılar hakkında değişik senaryolar hazırlatmakta. Tabii bu grubun yeni düşmana (yani İslâm’a) karşı psikolojik savaş aracı olarak kullanılacak filmler üretmeyeceğinin bir garantisi yok. Önümüzdeki dönemin filmleri bu teoride doğruluk payı olup olmadığını gösterecek.
Bu tür filmlerin önemi şu şekilde açıklanabilir. ABD yönetimi Hollywood’u kullanarak bu filmler vasıtasıyla kendi halkına ve dünyaya propoganda yapabilmekte, ABD’nin erişilmez teknolojik üstünlüğü, askeri yenilmezliği, politik konulardaki haklılığı gibi temaları insanların âdetâ beynine kazımaktadır.
Yazımızın başında Pearl Harbour filmine onca zahmete girilerek neden sadece Türkçe dublaj yapıldığını sormuştuk. Türkiye, yeniden şekillenen dünyada, ABD ile başını Almanya ve Fransa’nın çektiği Avrupa Birleşik Devletleri (Europa) olmaya çalışan iki güç arasında kalmıştır. Bu iki gücün de kaybetmeyi göze alamayacakları tek ülke bu bağlamda Türkiye’dir. Eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın, “Gelecek yüzyılın savaş mı yoksa barış mı getireceğinde Türkiye’nin vereceği kararın etkili olacağını” iki farklı konuşmasında vurgulamış olması önemlidir. Dolayısıyla, günümüzde sinemanın insan psikolojisini etkileme gücü göz önüne alındığında, bu olgunun süper güçlerin yeni dönemde yapacakları mücadelede önemli bir yer tutması kaçınılmazdır. Pearl Harbour filminin son bir dakikasında verilen mesajda, ABD’nin her türlü saldırıdan zayiat verse bile- sonuçta daha güçlü olarak çıkacağı söylenerek, bir anlamda Türk seyircisinin bilinçaltına yanlış ata oynamaması gerektiği mesajı verilmektedir.
28 Şubat sürecinin ertesinde gösterime giren Deliyürek, Bumerang Cehennemi isimli film ise ABD’yi oldukça rahatsız etmiş olmalı. Film, Amerikan’ın Türkiye’de giriştiği cinayetleri ve Güneydoğu’da oynanan kirli oyunları deşifre ederek, okuma oranı düşük olan ülkemiz insanının beynine ulaşmanın en iyi yolunun filmlerden geçtiği gerçeğini bazı kesimlerin geç de olsa anlamaya başladığını göstermektedir. Filmin çıktığı dönemde yurtdışında olduğum için filmi izlemek zorunda kaldığım ve sinemada el kamerası ile çekilmiş CD versiyonu sayesinde film süresince seyircilerin gösterdikleri reaksiyonları da görmek mümkün oldu. Film boyunca arka arkaya verilen acı olaylar ve cinayetlerle iyice gerilen izleyici, filmin sonunda Amerikalı ajanın arabasının bir Türk tarafından roketle havaya uçurulması sonrası sinema salonunu âdetâ alkışa boğuyordu. Filmin oluşturduğu anti-Amerikan havayı anlayabilmek için film bir sinemada ya da topluluk içinde seyredilerek izleyicilerin reaksiyonu gözlenmelidir.

İşte sinemanın gücü budur. Eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’e yapılan suikastı kanıtlayamayan kamu vicdanı, bir buçuk saatlik bir filmle halka ulaşarak, ABD’yi gıyabında katil olarak ilan etmiştir. Bu tür filmlerin devam etmesi durumunda halkın anti-Amerikan duygularının kabarması ve bu duyguların seçimlerde anti-Amerikan söylemi olan parti ya da partilere potansiyel oy olarak yansıması imkânsız değildir. Aynı şekilde muhtemel bir politika değişikliği öncesi bir hükümetin veya devletin bu tür filmlerden ve dizilerden yardım alarak halka ulaşması oldukça mümkün gözükmektedir.
Hollywood ise 11 Eylül sonrası kısa bir ara verdiği savaş temalı filmleri yeniden üretmeye başlamıştır. Black Hawk Down (Kara Şahin Düştü), We Were Soldiers (Bir Zamanlar Askerdik), Sum Of All Fears (Tüm Korkuların Toplamı) filmleri bunlardan bazılarıdır ve her ne kadar savaş karşıtı gözükerek seyircinin sempatisini toplamaya çalışsalar da verilen mesaj hep aynıdır: “Amerika zayiat verse de kaybetmez ve her askeri bir kahramandır!” Ayrıca geçmiş dönemlerde Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA hakkında oldukça olumsuz filmlere imza atan liberal Hollywood, 11 Eylül sonrası dönemde bu yaklaşımını yavaş yavaş değiştirmektedir. Bad Company, Bourne Identity (Bourne’un Kimliği) gibi filmler bunlara örnektir. Hatta yeni çevrilen CIA konulu filmlerin çoğuna eski bir CIA elemanı olan Chase Brandon danışmanlık yapmakta ve kurgulamaktadır.
Bir İngiliz gazetesinin kendisiyle yaptığı mülakâtta Chase Brandon şunları söylemektedir: “Biz, ufak bir alet ya da bir paket bisküvi satmıyoruz. Bizim ürünümüz bizim prestijimizdir. Bizi (CIA) gerçeğe en yakın olarak kurgulayan ne kadar çok yeni film çıkarsa, bizim diğer hükümet departmanlarına gidecek en parlak ve en iyi elemanları CIA’ye çekme şansımız da o kadar fazla olacaktır.” Bir başka deyişle Brandon, Hollywood yapımı filmlerin hükümet departmanlarına eleman çekme işinde ne kadar etkili olduğunu kabul etmektedir.
Zira daha önce de bahsettiğimiz gibi, bir çok Hollywood filmi Pentagon tarafından askerî malzemeler vermek suretiyle doğrudan destek görmüş, hatta mâlî açıdan finanse edilmiştir. Bu yüzden olsa gerek, bazı filmlerin bitiş jeneriğine ya da reklamlarına eklenen “Bu filmde görülen hiçbir askerî araç Pentagon tarafından verilmemiştir” notu, filmin ABD hükümet organlarının siparişi üstüne propoganda amaçlı değil, özgün olarak çevrildiğini belgeleme amaçlıdır.
Özellikle bu tür kahramanlık öyküleri içeren ve milliyetçiliği ön plana alan savaş ve aksiyon filmlerinin Türk izleyicisini oldukça etkilediği de bir gerçektir. Savaşçı, milliyetçi ve asker bir millet olan Türkler’in Braveheart filmine gösterdikleri ilgi ve filmin İstanbul’daki bir semtte (Kadıköy) tam bir yıl boyunca gösterimde kalması, başlı başına sosyo-psikolojik bir araştırmaya konu olabilecek bir olgudur. Son günlerde gösterime giren ve ünlü Amerika’lı yazar Tom Clancy’nin kitabından sinemaya uyarlanan Sum Of All Fears’ın romanında nükleer bombayı atanlar radikal Müslüman bir grup iken filmde küçük bir değişiklik yapılarak bu grubun yerini milyoner bir Alman neo-Nazi almış, böylece Amerika Hollywood sayesinde yeni düşmanı Almanya’ya, global ve görüntülü iletişim yoluyla bir gol daha atmıştır.

Günümüzde kurgu filmler ve romanlar, devletler arası mücadelelerde etkili birer propaganda aracı olarak kullanılmaktadır. Yazılı ve görüntülü medyayı en iyi şekilde kullanabilen bir gücün, isteklerini dünyaya kabul ettirebilmesi ya da bir başka deyişle isteklerine karşı dünyadan sempati toplaması zor gözükmemektedir. Türkiye’de ise bu konu hâlâ tam olarak anlaşılmamıştır ve ülkemiz maalesef hâlâ azınlık dilinde yayın gibi basit ve saçma sapan tartışmaların içinde sürüklenip gitmektedir. Halbuki global bir güç olmak isteyen bir ülkenin sinema sektörünü de ihmal etmemesi gerekir.
Dünya devletleri arasında ABD’nin ardından bu gerçeğin en çok farkında görünen Çin Halk Cumhuriyeti’dir ve Amerikan propagandası filmlere karşı koymak ve kendi kültürlerini korumak için ünlü olmuş bir filmin ya da dizinin Çin versiyonunu çok kısa bir süre içinde filme çekerek kendi halkının tüketimine sunmaktadır. Kevin Costner ve Whitney Housten’ın başrollerini paylaştıkları Hollywood yapımı ünlüBodyguard filminin arkasından çevrilen başrolünde Jet Lee’nin oynadığıBodyguard From Beijing (Pekin’li Bodyguard) filmi, ya da 90’ların kült TV dizisi The X-Files’ın benzeri Çin yapımı diziler bu uygulamaya örnektir.

Bugün Hong Kong yapımı filmler Uzakdoğu’da olduğu kadar dünyadaki hemen her ülkede büyük rağbet görmektedir. Büyük devletlerin sinemayı etkili bir silah olarak kullanması gerektiğini farkeden Çin, ABD’nin uzun vadeli projeksiyonlarında da süper güç olarak tek rakibidir.
Bu konuya devam edeceğiz…