Epeydir içine dalmak istediğimiz bir konu idi. Etyen Mahçupyan’ın güzel yazısı bize bu fırsatı verecek. En azından onun yazısı ile başlayalım. Arkasını getireceğiz inşallah…
Etyen Mahçupyan’dan yeni yazı: OLAY NE?
Tıkanmış, AKP’nin içine gömülmüş ve üstü örtülmüş siyasi hayatımız açısından son günlerde benimle bazı Cumhurbaşkanı Başdanışmanları ve onların medyadaki uzantıları arasındaki atışma epeyce ‘renkli’ görüldü. Ama bu, birbiriyle ‘geçinemeyen’ birkaç kişinin karşılıklı sataşmasının çok ötesinde bir durum… Mesele AKP içinde giderek belirginleşen, yoğunlaşan, güç kullanan, müdahil olan ama partinin hiçbir kademesi tarafından sorgulanmayan bir siyaset tarzına muhatap olmamız. Giderek bu siyaset tarzının kurumsallaşıyor olması…
Dolayısıyla son yaşananlar dikkate alındığında kaçınılmaz bir soru var karşımızda: Nasıl oldu da bu denli seviyesiz bir siyaset AKP adına sergilenebilir hale geldi ve iktidarı destekleyen medyanın da önemli bir kısmını avucunun içine aldı? Buna kişisel bir soru daha ekleyebiliriz: Niçin ben de bu seviyeyi kabul etmeyi ima eden bir yazı kaleme aldım?
İlk soruyu ele almak üzere adım adım gidelim…
1-AKP’nin on dört yıllık iktidar başarısının esası, vesayet rejimini etkisiz hale getirmesi, bunu da başarılı bir ekonomi yönetimi ve sosyal politika hamlesi eşliğinde yapmasıydı. Böylece bir yandan eski merkezin kalıpları kırılıp çeperden gelenlere açıldı, diğer yandan da herkes için daha müreffeh ve kalkınmış bir ülke yaratıldı. Dolayısıyla merkezdeki direncin toplumsal meşruiyet üretme şansı kalmadı. Dahası bu direnç, hukuk ve bürokratik güç üzerinden gayrimeşru kanalları zorladıkça, toplumun giderek daha geniş bir kesiminin AKP etrafında kenetlenmesine tanık olundu.
Bu refah sıçraması yatırıma yönelebilecek para miktarını yıllar içinde dolar cinsinden onlarca misline taşıdı. Bunu kullanacak yeni bir iş dünyası ağı oluştu. Ama değişimin hızı ve siyasi acelecilik nedeniyle aynı anda büyük bir rant kaçağı da ortaya çıktı. Bu rant ile alt düzeylerdeki siyasi gücün bütünleşmesi bugün bazı siyasetçileri, bürokratları ve medya mensuplarını bir araya getiren irili ufaklı gruplaşmalar yaratmış durumda. Söz konusu gruplar bir yandan birbiriyle çekişirken, aynı zamanda iç koalisyonlarla ortak çıkarlar etrafında ağlar da oluşturabiliyorlar.
Bunların çok da şaşırtıcı olduğu söylenemez. Türkiye gibi potansiyelleri kullanılmamış, katma değerin büyük kısmı merkezdeki bir avuç makbul kimlikli aile ve çevresi arasında bölüşülmüş olduğu bir ülkede, değişimi taşıyan bir toplumsal hareketin bir anda iktidara gelmesi ve hızla ilerleme mecburiyetinde kalması böyle bir tabloyu gerçekçi kılıyor.
Ancak AKP yönetimi bu on dört yıl içinde zımnen bir tercihte daha bulundu. Normalleşmeyi kendi lehine bir durum olarak görse de o yönde harekette tereddüt etti. Kendisine karşı yapılan her gayrimeşru hamleyi, ‘olağanüstü siyasi halin’ sürdürülmesi için bir imkana çevirmenin avantajına kapılabildi. Böylece tabanını ‘diri’ tutarak, kavgayı sürdürerek yola devam etti. Bu süreçte medya bir ‘savaş cihazı’ olarak yapılandı. Parti ise gerçek anlamda kurumsallaşamadı ve Erdoğan’ın en alt düzeydeki olaylarda bile müdahalesine ve liderliğine muhtaç oldu.
2-Son bir buçuk yıla girildiğinde ‘yıkarak’ ilerleme dönemi bitmekteydi. Yıkılması gereken ve iktidarın nüfuzu dışında kalan herhangi bir yapılanma kalmamıştı. Bürokratik tasfiyenin devam etmesi gerekse de, bunun zamana yayılma zorunluluğu vardı. Artık iktidarda kalabilme ve ülkeye bir sıçrama daha yaşatmanın yolu ‘inşadan’ geçmekteydi. Nitekim Erdoğan çok sayıdaki başbakan adayının arasından, Davutoğlu’nu muhtemelen bu nedenle tercih etti. Belki Davutoğlu’nun parti içi siyasete ve rant sistematiğine bulaşmamış biri olması da bu tercihte etkili oldu. Ama asıl beklenti bir inşa döneminin başlaması ve devletin yeniden kurumsallaşmasının sağlanmasıydı.
Ne var ki Davutoğlu ismi parti içindeki birçok grup için ‘cazip’ değildi. Her inşa dönemi kendi kadrolarını üretir ve siyaset erbabını nitelik ve nicelik olarak değiştirir. Bu inşa dönemi de kaçınılmaz olarak bir doğal tasfiyenin gelebileceğini ima ediyordu. Bu ağın içindeki bazı kişi ve gruplar siyaset için tek bir şanslarının kaldığını düşündüler: Erdoğan’ı kuşatmak. Nitekim Başbakan olmasıyla birlikte Davutoğlu’nu kötülemek üzere epeyce çaba harcandı ama Erdoğan bunların hepsinin önüne set çekti. Ancak aynı süreçte Başbakan etrafında da benzer bir atmosfer yaratma peşinde olanlar belirmeye başladı. Erdoğan ile Davutoğlu arasında mesafe ve hoşnutsuzluk oluşması, her iki taraftaki bu türden çevrelerin işine geldi.
Güç üzerinden siyasete tutunmak isteyenler bu gerilimi derinleştirmek istediler. Partinin insicamını yitirme tehlikesi bu kişileri rahatsız etmedi. Bu arada iktidarı destekleyen medyanın önemli bölümü Erdoğan’ı ‘araçsallaştırmaktan’ çekinmeyen söz konusu ağın sözcüsü gibi addedildi. Giderek bu medya gücü doğrudan bir ‘silaha’ dönüşürken, ortak düşmanla mücadele mantığı önce parti dışında ama çok kolay bir geçişle parti içinde de düşman yaratmaya soyundu.
3-Kasım seçimiyle birlikte AKP’nin amacı yeni bir anayasa sayesinde bürokratik vesayetten, ‘geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde’ kurtulmaktı. Başkanlık sisteminin bunu sağlamada etkili olacağı da açıktı. Önünde ise iki yol vardı. Biri anayasayı öne almak, toplumsal tartışmayı hakkıyla yapmak, meşruiyeti sağlamak ve başkanlığı bu tartışmanın içinden üretmekti. İkinci yol ise başkanlığı temel almak, bunu zorlayacak bir siyasi ortam üretmek, isteneni emrivaki ile gerçekleştirmek ve anayasayı da bu süreçte kotarmaktı.
AKP hâlâ bu kararı net bir biçimde vermiş gözükmüyor. İşi doğru yapmakla fırsatçı davranmak arasındaki tercihin berrak olmadığı görülüyor. Çünkü tabanın ve partinin bu konuyu konuşmasına ihtiyaç kalmadan, bizzat parti içine dönük bir emrivaki yapma heveslisi olanlar var. Partiye tutunmuş olan kişi ve grupların bir bölümü, işin hakkıyla yapılması halinde siyasette yerlerinin olmayacağının farkındalar. Dolayısıyla ikinci yolun tercih edilmesini istiyorlar, bunu merkez üzerinden zorlamaya çalışıyorlar ve medyayı da ‘tetikçi’ olarak kullanıyorlar.
4-Sonuç ‘reisçilik’ denen ve Erdoğan’a itibar kazandırmak bir yana, onu yıpratan bir tümörün AKP içinde yoğunlaşmasıdır. Yapay ve sürekli tehdit yaratarak lideri ‘koruma’ temelli bir dalkavukluk çok popüler hale geldi. ‘Millilik’ söyleminin ‘bizden olmayana’ işaret eden siyasi muhafazakârlığının işlevselliği hemen keşfedildi. Hiçbir bilimsel temeli olmayan bir ‘içe kapalı ekonomi’ savunuculuğuyla söz konusu millilik pekiştirildi. Ama her adımda oportünizm daha da görünür hale geldi…
Bugün AKP’ye musallat olan şey, seviyesizliğin ‘aktörleşmesidir’…
Şimdi gelelim ikinci soruya… Ben niçin söz konusu seviyesizliğe inmeyi ima eden bir yazı yazdım?
Cevap aslında çok basit: Çünkü AKP ve çevresi, giderek tüm muhafazakâr ve İslami kesim bu durum karşısında sessiz ve edilgen. Malum tayfa ise elindeki medya gücünü kullanarak bana olmadık hakaretleri ve yalanları savurabildi, Gülay Göktürk’ün işine rahatlıkla son verebildi. Bazılarının vicdanı yaralandı, üzüldüler, tek tük yazılar da yazıldı. Ama ortada kendi içindeki habislikle yüzleşmekten kaçınan koca bir parti var. Kimse ‘böyle mi olmalı’ ya da ‘istediğimiz bu mu’ diye kamu önünde açık yüreklilikle sormuyor. Gazete ve televizyonlardaki aparaçikler bütün cehaletleriyle ‘siyaset’ yaparken, onların düzeyi gelip bu harekete destek vermiş herkese bulaşıyor…
Eğer sorun seviyesizlikten duyulan tedirginlik ise, böylesine kritik bir noktada birilerinin o türden kaygıları arka plana atması gerekiyor… Eğer mesele seviyesizliğin kirleticiliği ise, benim öyle fazla ‘temiz kalma’ merakım da yok. Benim derdim siyaseti zehirleyen bu oportünizmin görünmez olma, kendisini gizleme imkanının ortadan kalkması. Eğer görünür olması ve tartışılır hale gelmesi bir başkasının da seviyesizliği kabul etmesini gerektiriyorsa, o adımın çekinmeden atılmasından yanayım.
Not: Bu arada ‘Bizde asıl yalan beyan esastır!’ başlıklı yazıyla ilgili olarak sosyal medyanın ‘kaynadığı’ söylendi. İki Başdanışman arasında olduğu söylenen ‘uygunsuz ilişki’ nedeniyle… Oysa bu tabirin içi tamamen boş… Özellikle öyle çünkü yazının başlığının açıkça söylediği üzere ve yazının ilgili paragrafında da ifade edildiği gibi bu bir ‘yalan’. Yazı malum danışman ve çevresinin benim ve Cevdet Akçay hakkında söyledikleri yalana karşılık olarak verilmiş bir yalandan ibaret. Eğer yalanla işi idare edeceklerini sanıyorlarsa bunun pek gerçekçi bir beklenti olmadığını anlamaları için…
Etyen Mahçupyan, 16 Şubat 2016