TÜRKİYE CUMHURİYETİ. TARİHİ KAVŞAKTA 1 KASIM 2015. ÖLÜM İLANI MI OLACAK DOĞUM İLANI MI SİZİN ELİNİZDE…

PROF MUSTAFA ARMAĞAN’IN SULTAN II. ABDÜLHAMİT’İ ANLATTIĞI BİR SÖYLEŞİSİNİ FOTOĞRAFLAR EŞLİĞİNDE GÜNÜMÜZE UYARLAYARAK ANALİZ EDELİM.
“Abdülhamid ülkeyi kıyamete hazırlıyordu!”
“Beni evhamlı sanıyorlardı… Hayır! Ben, sadece gafil değilim, o kadar!” Böyle söylüyor Sultan II. Abdülhamid. Siz de Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı (Ufuk Kitap, 2006) isimli kitabınızda onu kastederek “Sen sukut ettin, sukut etti siper” diyorsunuz. Sahiden gidişi, sukutu mu oldu siperimizin?
Kabul edelim ki, son devir Osmanlı padişahları içerisinde “yanar-döner kafa”ya malik ender devlet başkanlarından biridir II. Abdülhamid.
Yanar-döner derken neyi kastediyorsunuz?
Sayfanın yalnız ön yüzünü değil, arka yüzünü de okuyabilen, dağın karanlık tarafını da görebilen, atacağı adımın bir kaç hamle sonrasında nereye varacağını görerek hareket edebilen ve en önemlisi de bütün bu adımlarda inisiyatifi elinde bulunduran kafayı kastediyorum. Abdülhamid’in İsrail devletinin kurulmasına ayak direyişi,

bunun en tipik numunelerinden biridir. Bir bakıma şunu yapmaya çalışıyordu: Osmanlı devlet ve toplumu nasıl Düvel-i Muazzama karşısında dezavantajlı konumda ise, içeride de Müslüman-Türk unsur aynı durumdaydı, yani gayri müslim ve gayri Türk unsurlar karşısında geri ve dezavantajlıydı. Bu çifte dezavantajlı pozisyonu değiştirmek için 93 Harbi’nden sonra sınırları ve nüfus yapısı alt üst olmuş bir devleti yeniden fethe girişti.Bu fetih, Fatih ve çocuklarınınkinin tersine, bir iç fetih olacaktı. Hem dışarıya karşı güçlü görünmek, hem de içeride dezavantajlı durumdaki Müslüman kesimi eğitip yetiştirerek

kopacak kıyamete hazırlamaktı hedefi. Biliyordu ki, bu kıyamet nasıl olsa kopacak, bu geniş ülkeyi Osmanlı’ya bırakmayacaklardı. Kıyamet arifesinde yetişmiş insan gücümüz açısından ne kadar iyi durumda bulunursak, sağ salim çıkma şansızımız o derece yüksek olacaktı. Planı, buydu Abdülhamid’in. Ülkeyi alttan alta o kaçınılmaz kıyamete hazırlıyordu.
Meşrutiyete karşı çıkışı da bununla mı alakalıydı? I. Meşrutiyet Meclisi (1877), Osmanlı unsurlarını (anâsır) birleştirmek, Osmanlılık bilincini geliştirmek ve ülkenin parçalanmasını önlemek için kuruldu ama tam tersi oldu, Meclis oturumları imparatorluğun paylaşılma seanslarına dönüştü.

Milletvekilleri mecliste kendi ülkelerini bağımsızlaştırmak sevdasına düştüler. Bu da tabiatıyla meclisin kuruluş amacına aykırıydı. Demek ki, diye düşündü Abdülhamid, bu ülkede meclisten önce halledilmesi gereken meseleler var.
Nelerdi bu meseleler?
Bir kere ortak bir vatan, millet, bayrak mefhumu mevcut değildi Osmanlı insanının kafasında. Hani “tasada ve kıvançta birlik” diyoruz ya şimdilerde, bunların sağlanması gerekiyordu çok-kavimli tebaa arasında ki, meclis günün birinde yeniden açıldığında bu ülkenin çocukları ortak bir hedefe kilitlenebilsin ve ortak bir vatan kavramını, onun bölünmez bütünlüğünü savunabilsinler.

İkinci eksiklik ulaşım ve iletişim, kısaca altyapı alanındaydı. Osmanlı ülkesi milyonlarca kilometrekarelik geniş bir araziye sahipti. Ama iç insicamı, merkezler arası rabıtası fiziken kurulamamıştı ve neredeyse modern-öncesi döneme mahsus bir manzara arz ediyordu. Modern nakil vasıtaları, ufak tefek tren hatları ve buharlı gemiler haricinde neredeyse yoktu. Telgraf hatları vardı ama yaygın değildi. Peki bir ucundan öbür ucuna gidemiyorsan, uzaktaki eyaletlerinle iletişim kuramıyorsan, yani toprağına egemen olamıyorsan orası nasıl modern bir ülke olabilir ki?

Üçüncü mesele, eğitimdi. Hem Osmanlılar Avrupa milletleri karşısında modern olmanın en önemli kriterlerinden biri olan okur-yazarlık bakımından gerideydi, hem de gayrimüslim teba Müslüman tebaya göre daha eğitimliydi.
Belki dördüncü bir eksiklik olarak nüfus problemi sayılabilir. Osmanlı halklarının nüfusu savaşlar, salgın hastalıklar, çevre şartlarının namüsait oluşu (bataklıkların varlığı, hıfzısıhhanın kurulamamış olması vs.) gibi sebeplerle arzu edildiği kadar hızlı artmıyordu.

Sultan II. Abdülhamid bu dört esas mesele üzerinde yoğunlaştırdı çabalarını.
Osmanlı milletini oluşturan unsurları bir arada tutmanın şartı olan bu ortak ülkü neydi?
Kemal Karpat Hocanın son kitabı İslamın Siyasallaşması’nda ısrarla vurguladığı gibi, bugün kullandığımız “bölünmez vatan” kavramı Sultan Abdülhamid döneminin eseridir. Ulaşım alanında Anadolu, Bağdat ve Hicaz demiryollarının haricinde kara yolları üzerinde duruldu, alt yapı eksiklikleri tamamlanmaya çalışıldı, hastaneler açıldı, sosyal kurumlar (binlercesinden bir misal: sağır ve dilsizler okulu) hizmete sokuldu.

Eğinli Said Paşa’nın da projesinde katkıları olduğu eğitim alanındaki adımlar bugünkü eğitim sisteminin bozarak devam ettirdiği uzun vadeli bir gelecek tasarımının mahsulüdür. Nitekim Cumhuriyet’i kuran kadroların hemen tamamı onun açtığı okullardan yetişmiştir. Son olarak, ülkeyi 30 yıl (1897 Yunan Savaşı haricinde) savaşa sokmayarak genç bir neslin babalarıyla birlikte 20. yüzyıla girmesini sağladı. Uzun zamandır ilk defa nüfusumuz artmaya başladı, genç nüfusun toplam nüfus içindeki oranı çoğaldı. Nesiller arasındaki bağ yeniden teessüs etti.
Çok garip değil mi? Bir yanda gelmekte olan dev bir dalga var. Ve büyük bir ihtimalle gemiyi alabora edecek.

Batması neredeyse kesin gibi görülen gemi içinde Sultan bir yandan da onarımlar yapıyor, onu güzelleştiriyor, mürettebatı giydiriyor, donatıyor vs. Yani bir yandan savunma, diğer yandan içeride ıslahat.

Paradoks var sanki kendi içinde.Doğru, ama ufak bir fark var gerçekle teşbih arasında: Gerçek dünyada gemiyi boşaltma imkânınız yoktur. Gemi hareket etmek ve salim bir limana doğru gitmek zorundadır, onu denizin ortasında terk edemezsiniz. Hem gemiyi yüzdürecek, hem de onarımını yapacaksınız. II. Abdülhamid olmak bunun için zordu, İttihatçı olmaksa bunun için kolay. İttihatçıların yaptığı gibi başınız sıkıştığında ülkeyi İngilizlere bırakıp Avrupa’ya şuraya buraya kaçarsanız zaten o mevkiyi hiçbir zaman hak etmemiş olduğunuzu da ilan etmişsiniz demektir.

Demek ki, Abdülhamid, şahsı adına hareket etmemişti! Prens Sabahattin’in dediği gibi bir “toplumsal Abdülhamid” olduğunu görmezden gelemeyiz. Toplumda kökü olmayan hiçbir yönetim başarılı olamaz. Nasıl “toplumsal Enver Paşa”, “toplumsal Atatürk” ve “toplumsal İnönü” olmuşsa, Abdülhamid’in de bir toplumsal meşruiyet temeli vardı. Bunu görelim artık. Ve 1946’ya kadar kısa kesintilerle otokrasiyi delen hürriyet baharlarıyla, ondan sonra da demokrasiyi dilimleyen darbelerle görüldü ki, bir ülkede parlamenter ve demokratik tecrübe kolay yerleşmiyor ve hele etrafı düşmanlarla çevrili ve sürekli toprak kaybeden bir ülkede bu açılımı yapmak çok daha tehlikelidir. Özgürlük ve güvenlik açmazına yakalanmayagörsün bir toplum; reflekslerin nezaketi öğrenecek vakti yoktur.
İyi de n’oldu denmez mi şimdi geriye bakıp? Sonunda imparatorluk batmadı mı?
İyi ama bütün tarihin akışından sorumlu olamazsınız ki. Siz zamanınızdaki şartlar muvacehesinde sorumlusunuzdur olaylardan. Abdülhamid’in sorun çözme metodolojisi, 1882’den sonra Amerika ve Almanya’nın da dünya devleri arasına girmesiyle oluşan çok kutuplu bir dünya gerçeğine göre şekillenmişti. Selim Deringil’in tespitiyle söylersek, Abdülhamid’in “meslek-i bî-tarafî”yi seçmesi, diplomasinin savaşmaktan daha önemli olduğu bir yeni dünyaya adım atıldığının farkında olduğunu gösteriyor. Bu denge oyununu veya “kurtlarla dansı” başarıyla oynadı 20. yüzyılın başına kadar. Fakat İngiltere’nin de diğer devlerle antantlar yapması, birlikte hareket etmesi üzerine bu diplomatik performans yetersiz kaldı. Yine de Abdülhamid’in 20. yüzyıl başı dünya politikasına göre dış politikaya yeni enstrümanlar katmaya yöneldiğini görebiliyoruz. Almanya’sız bir Osmanlı’nın bölgesel güçlerle ittifaka yöneleceği yeni açılımlar geliyordu ki, 31 Mart Vak’ası patlak verdi.

Unutmayalım ki, 31 Mart (13 Nisan 1909) tarihinde Paris sefirimiz Salih Münir Paşa Bükreş’te bir Balkan Paktı için ilgili devletlerle görüşmelerde bulunmuş, İstanbul’a dönüyordu. Karışıklığı görünce gelemedi ve kaçtı Fransa’ya. Bu Balkan Paktı neleri içeriyordu, yeterince bilmiyoruz. Atatürk’ün de yıllar sonra üzerinde durduğu Balkan Paktı, Abdülhamid’in yeni dış politika ataklarından biriydi aslında.
Peki Abdülhamid dönemine kıyasla neredeyiz sizce? Gücümüz ne bu gün “kurtlarla dans”ta? Sultan kadar güçlü müyüz? Önümüzde yanan bir Filistin, Lübnan varken hele?
Olmadığımız ortada. İsrail karşısında atılan nutuklar tam bir acziyet kokuyor. Bakın Abdülhamid 1895’de ne demiş: “Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.” Evet ölüm kararı. Ne kadar net görmüş bugünü, değil mi?
O halde Sultan’ın gördüğü gerçeği büyük güçler göremediler mi, üstelik de oyunu kuran kendileriyken?
O zaman işlerine geldi, şimdi de işlerine geldiği için kullanıyorlar İsrail’i. İsrail de tabii onların bu arzularını, kendi hedeflerine varmak için bir zaaf olarak kullanmaktan çekinmiyor, çünkü Avrupa bir suçluluk kompleksi içinde Yahudilere karşı. John Rose ‘Siyonizmin Efsaneleri’ (The Myths of Zionism) adlı kitabında şöyle der: “Yahudiler geçmişte dinlerini korumak için devrin idarecilerine hizmet ederlerdi. Şimdi ise bir başka halka ait toprakları işgal etme haklarını korumak için Büyük Güçler’in çıkarlarına hizmet etmektedirler.” İki taraf da birbirini kullanıyor anlayacağınız.
Yani Osmanlı, “en uzun yüzyılı”nın belki de en uzun yarısında bir süper beyne mi kalmıştı?
Sancılı bir süreçti tabii. Amacı, kimseyi kaybetmeden sahil-i selamete varabilmekti gemisiyle.20. yüzyılın ilk on yılında bu tecrübeli kaptan zoraki tekaüd edildi. Ancak ikinci on yıl tam bir yıkım devresi oldu.Yaralı evlatlar, babayla birlikte “anne” kabul ettikleri ve el koydukları vatana da veda etmek zorunda kalmışlardı. Bizi Cumhuriyet’e getiren hırçınlık biraz da buradan kaynaklanır. Yani babasını evden kovan ama annesi de başkaları tarafından elinden alınan çocuğun hırçınlığı… “Kurtlarla Dans” hala devam ediyor farklı ritmlerle. Belki de en ateşli yerindeyiz dansın. Filistin’den Lübnan’a, ciğer delen feryatlar yükseliyor duyan kulaklara. Sonu kehanet istemeyen bir oyun sanki. Sultan Abdülhamid Beylerbeyi Sarayı’nın açık penceresinden dışarıya bakıp ne söylüyor olabilir evlatlarına? Ya da tersine çevirelim sahneyi. Gazetede bir resim vardı. Filistin’de bir duvar dibinde sıkışıp kalmış çocuklar. Gözleri korkuyla kapanmış. Elleri kulaklarında. Savaşın sesi fotoğraftan duyuluyordu. Kulaklarını kapayan küçük kız ne fısıldardı Sultan’ın kulağına? “Geri gel ey Osmanlı, geri gel!” Ne var ki, aymazlığımıza gün doğmadı daha. Gazetelerin yazdığına göre son Abant toplantısında İsrailli üye ile Araplar, bir tek Osmanlı karşıtlığında buluşmuşlar! Düşünün, Arapların onuru yerlerde sürünüyor ama adam hala Osmanlı bizi sömürdü davasında.

Lakin Filistinli çocuk hala bizden umudunu kesmedi. Hala birşeyler yapar umudu var içinde.

İşte ilk yardım konvoyumuz yola çıktı bile tırlarla. Halk uyanık. Ama aydınımızın üzerimize ölü toprağı serpilmiş sanki. Abdülhamid’e bırakalım mı son sözü: “Biz can çekişen bir millet değiliz. Yatağından taşan bir nehre benziyoruz. Bizi zinde tutabilecek yegâne kuvvet, İslamiyettir.” En büyük problemimiz kendimize güvenemeyişimiz ve gücümüzü, taşan bir nehir gibi yönlendirip yönetemeyişimiz değil mi bugün de?
BURADA BÜTÜN YAPTIĞIMIZ TARİHİMİZİN EN ŞANLI SULTANLARINDAN BİRİSİNİN HAYAT HİKAYESİNİN İÇİNE BUGÜN BİTİRİLMEK İSTENEN BİR BAŞBAKAN VE CUMHURBAŞKANINI YERLEŞTİRMEK OLDU. 1 KASIM 2015 PAZAR GÜNÜ OSMANLI DEVLETİNİN YIKILDIĞI GİBİ TÜRKİYE CUMHURİYETİNİ YIKILIP YIKILMAYACAĞINA KARAR VERMEK İLK DEFA OLARAK HALKIN ELİNDE OLACAK.
KARAR HEPİMİZİN…