AKIL: ŞEYTANİ VEYA DEĞİL

Türk Dil Kurumu “akıl” kelimesini şöyle tarif eder:

“Düşünme, anlama ve kavrama gücü.”

Fransa Devlet Başkanı Charles De Gaulle, yıllarca yaptıkları soykırımın ardından 1960’lı yılların başında sömürgesi Cezayir’den çekilme konusunu ortaya atınca Fransız sistemi büyük tepki göstermişti. Hatta Fransız paraşütçü askerlerin Paris’e indirme yapıp hükümeti devireceği ve darbe yapacağı korkusuyla Parisliler uzunca bir süre korku dolu günler geçirmişlerdi.

Kendisine yöneltilen tepkiler üzerine De Gaulle, “biz oradan çekileceğiz ama şunu bilin ki yerimize bıraktığımız yönetici elit bizim çıkarlarımızı bizden daha iyi koruyacaktır” dediğinde gerçeği söylemişti ve sonraki yıllarda meydana gelen hadiselerde haklı olduğunun kanıtıydı.

Şeytani ya da değil, bu bir akıldı

SSCB (Rusya) 1979 yılında Afganistan’ı işgal ettiğinde Afgan halkını cihat şemsiyesi altında birleştirip onlara mücahitler ismini veren, liderlerini Beyaz Saray’da ağırlayan, propagandası için Rambo filmi çektiren, bu savaşçılara lojistik destek sağlaması için Pakistan’ın atom bombasını programını başlatan Başbakan Butto’yu darbe sonrası asan General Ziya Ül Hak’ı kullanan, SSCB pes edip 1989’da Afganistan’dan çekilince aynı Ziya ül Hak’ın uçağını başka Pakistanlı generallere bombayla düşürten de bir akıldır.

2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a saldıran, saldırıyı maksimum etki için kendi halkına naklen izleten, Amerikan halkının bilinçaltını olacaklara önceden “Pearl Harbour” gibi Hollywood filmleriyle hazırlayan,  Ruslarla cihat yaparken isimleri Afgan mücahitleri olanların Amerikan işgaline direnirken şimdi nasıl terörist olduğunun sorgulanmasına izin verdirmeyen de bir akıldır.

O akla bir örnek verelim:

2009 yılında İsviçre’nin Davos kasabasında Dünya Ekonomik Forumu sırasında meydana gelen “one minute” olayı herkesin malumu. Orada Erdoğan-Peres arasındaki tartışmaya değil de dikkatinizi moderatöre çekmek istiyoruz.

Kendisi bestseller bir romancı ve gazeteci olan “David Ignatius”ın 1991 yılı basımı “Siro” isimli bir kitabı bulunmaktadır ve Türkolog olan genç ve idealist CIA ajanı Anna Barnes’ın merkezinde olduğu roman 1980 darbesi öncesinde Türkiye’de geçmektedir.

İran’da İslam devrimi olmuş ve SSCB (bugünkü Rusya) Afganistan’ı işgal etmek üzeredir. CIA İran’da yaşananlar yüzünden darmadağın olmuştur ama CIA’nin eski tüfekleri SSCB’nin de çökmeye başladığını görmekte ve bu amaçla bu ülkeyi oluşturan Türki Cumhuriyetlerde karmaşa çıkararak çöküşü hızlandırmak istemektedirler.

Romandaki karakterlerden CIA İstanbul şefinin coğrafyamız ve insanı hakkında söyledikleri çok öğreticidir:

“Eğer farkında değilsen, dünyanın bu bölgesinde insanlar onun için birbirlerine güvenmezler’. ‘Arnavutlar Bulgarlardan nefret eder, Bulgarlar Türklerden nefret eder, Türkler Kürtlerden nefret eder, Kürtler Ermenilerden nefret ederler. Dolayısıyla birbirlerini gözetlemek için çok fazla vakit harcarlar. Dünyanın bu bölgesinde politikanın sırrı küçük ahmakları birbirlerine karşı kullanmaktır.”

Ve aynı romandan bir başka paragraf:

“Ajans da (CIA) Türkleri devşirmenin çok zor olduğu söylenmişti. Taylor başta buna pek inanmamıştı ama birkaç ay sonra bunun nedenini anladı. Onların (Türklerin) tutulabilecek bir yeri, pürüzlü bir kenarları ya da gizli rüyaları yoktu. Tüccar olmadıkları için para da işe yaramazdı. Araplar gibi ihaneti kendilerine rasyonalize edebilecekleri çok karmaşık bir kafa yapıları da yoktu. Çok yoğun yurtseverdiler. Onlara bir şey yaptırtabilmenin tek yolu yaptıkları şeyin ülkeleri için en iyisi olduğuna ikna edebilmekti.”

Bu ülkede son 100 yıldır, yaptıkları şeyin ülkeleri için en iyisi olduğunu düşünen ne çok insan tıktık hapishanelere, değil mi?

İşte son tartışma konumuz, hapishanede yatan ya da içeride yatmayıp dışarıda sürünen FETÖ üyeleri. Herkes kendine göre bir cepheden olayı değerlendiriyor. Asılmalarından serbest bırakılmalarına kadar görüşler çeşitli ama kimse bu insanları kullanan aklı tartışmıyor, aynı yerden tekrar sokulmamak için devşirilme aşamalarını incelemiyor.

İlkokulu bitirip eski tip Türk babalarından görmedikleri olağanüstü ilgi ve alakayı yeni okullarında gözlerinden adeta bulaşıcı bir idealizm fışkıran kandırılmış ama inanmış genç öğretmen ağabeylerinden gören, aynı ideale tutkuyla bağlanan, üniversite tercihlerinde babalarını değil de bu ağabeylerini dinleyen o çocukların sosyolojisi ve psikolojisi üzerinde şimdiye kadar ne kadar araştırma yapılmıştır?

Birkaç eski FETÖ’cünün anıları dışında hiçbir çalışma yapılmadığına adımız gibi eminiz.

Oysa bir parça istihbarat bilgisi olanlar bu çocukların nasıl adım adım ajanlığa alıştırıldığını ağabeylerinin onlara yaptırdığı uygulamalardan anlayacaklardır.

Mesela eve giderken otobüsten bir – iki durak önce ya da sonra inip eve yürüyerek gitme, takip eden olup olmadığını anlamaya çalışma FETÖ okullarında öğrenci olan çocuklara ağabeylerinin salık verdiği bir uygulamadır.

Burada amaç ufacık çocukların takibi meselesi değildir elbette, onların temiz ruhlarını paranoyaklaştırma ve ileride yapacakları gizli kapaklı işlere uygun hale getirme, casuslaştırmaktır. Çevresinde FETÖ okullarında okumuş arkadaşları olanlar bunun gibi onlarca örneği bir çırpıda verebilecektir.

Bu temiz Müslüman aile çocukları “Haçlılar karınıza kızınıza ilişmezler” diyebilecek kadar alçak bir mahluk tarafından nasıl mankurt yapılabilmiştir?

Birilerini içeri attığımızda ya da dışarıda süründürdüğümüzde bir şeylere çözüm mü bulunmuş oluyor yoksa sadece pansuman tedavi mi yapmış oluyoruz?

Siz hiç merak etmeyin, FETÖ’den boşalan yerlere en az onun kadar mikrop onlarca farklı “the cemaat” mensupları yuvalanmaktadır ve FETÖ’nün düşürdüğü bayrağı kaldırıp kendilerinin bile bilmediği o “aklın” sahipleri adına bu millete verecekleri (kendilerinin bile farkında olmadığı) yeni zararlar için sıralarını beklemektedirler.       

Kudüs’te bir Yahudi devletini Hristiyanlığın bir şartı gibi bu dinin mensuplarına yutturup onları Evanjelist yapabilen ve o insanlar üzerinden bir süper gücü kendi çıkarları için kullanabilen bir akla karşılık;

Her 10-15 senede bir önce hapishanelerimizi duruma göre sağcı, solcu, Kürtçü, komünist, İslamcı, faşist, Ergenekoncu, darbeci, Fetö’cü diye ağzına kadar doldurup, sonra da boşaltabilmek için türlü argümanlar geliştirmeye çalışmak saf ahmaklıktır.    

Gazeteci Mehmet Ali Birand Menderes dönemini anlatan “Demirkırat” belgeselinin en sonunda 27 Mayıs ihtilal gününü anlatırken hatırımızda kaldığı kadarıyla mealen şunları söylemişti:

“O gün sokakları dolduran gençler arasında bizler de vardık, bizim kuşağımızda vardı. Gençtik, heyecan içindeydik, memleketimiz için iyi bir şeyler yaptığımızı sanıyorduk. Yanılmışız.”

Yanılmayı neredeyse çok başarılı olduğumuz milli bir spor dalı haline getiren ülke insanımızın,TDK sözlüğünde “Düşünme, anlama ve kavrama gücü” şeklinde yapılan akıl tarifi üzerinde daha fazla kafa yorması gerektiğini düşünenlerdeniz.

Çünkü robotların ayak seslerinin “sağır olmayanlar tarafından” çok sert bir şekilde duyulmaya başlandığı bu yeni dönemde bir nesil daha kaybetme lüksümüz bulunmamaktadır.